Mynet Trend

BİZE ULAŞIN

Mynet Tatil Bulucu

1 Kimle tatile çıkıyorsunuz?
2 Yurt içi mi yoksa yurt dışı mı tatil yapmak istiyorsunuz?
3 Yaz Tatili mi Kış Tatili mi?
4 Ne tür tatil arıyorsunuz?
5 Vizeniz var mıdır?
6 Balayı Tatili mi yapmak istiyorsunuz?
7 Eğer Seçiminiz yurt içi ise Tatil yapmak istediğiniz yerler?
7 Eğer Seçiminiz yurt dışı ise Tatil yapmak istediğiniz yerler?
8 Eklemek istediğiniz farklı detaylardan burada bahsedebilirsiniz.
    Kalan mesaj: 10

    House of Cards Neden Bozdu, Nasıl Bozdu? Kademeli Anlatımıyla Tespiti

    Biz bu diziye ne severek başlamıştık, ne aşkla oturmuştuk başına. N'oldu?

    Geçtiğimiz hafta, işlerin arasına kafa boşaltma adına sıkıştıracak bir dizi ararken, bir süredir belirli zümrelerce çok övülen, Amerikan başkanının bile müptelası olduğu House of Cards‘a başlarken buldum kendimi. Breaking Bad’i bitirdikten sonra yaşadığım ağır bir ilişkiden çıkmış birinin semptomlarına çok benzerlik gösteren “Sanırım bir daha böyle şeyler hissedemeyeceğim” dönemini Orphan Black ile kırmış; kendimi yeniden aşk pazarında test etmeye hazırdım. House of Cards bu bakımdan kusursuz bir tercihti.

    İlk on bölümü, gerçekten de önceden duyduklarımı onaylar nitelikteydi. Frank Underwood‘un çok hafif intikam hikayesi tuzu serpiştirilmiş politik manevraları beni çılgıncasına ihya ediyordu. Karakterin sıklıkla dördüncü duvarı kırması, Kevin Spacey’nin dayanılmaz kamera hakimiyeti sayesinde inanılmaz bağlayıcı bir faktördü, Robin Wright çok az kelimeyle dünyaları anlatabiliyordu ve Kate Mara ile Corey Stoll gibi gençler de ustalarının altında kalmıyorlardı.

    Ama dizinin en sevdiğim tarafı, gerçekten gri bir entrika alanında geçiyor olmasıydı. Underwood’un yaptığı pek çok şey -Russo’ya 12 bin kişiyi işsiz bırakacak bir şey yaptırmak gibi- sorgulanabilir ve belki ayıplanabilirdi. Ama hiçbir şey yüzde yüz kötücül değildi; diziyi enteresan yapan şey de buydu benim gözümde. Usta bir politikacının, klas manevralarını seyrediyorduk; ve Underwood’un seyirciye konuşması bizi hikayeye bağlıyor; büyük planın belli olmaması ise sürükleyicilik katıyordu. İlk on bölüm, bu çerçeve içerisinde bir “dizi nasıl yapılır” dersiydi.

    Sonra on birinci bölümde, hem kitapta, hem de orijinal İngiliz dizisinde olduğunu bildiğim ama yine de kabullenemediğim bir şey oldu. Underwood, bir anda gri alanı tamamen terk etti. Önceden bu yönde eğildiğine dair herhangi bir belirti göstermeden; içinde buna kadir bir kişinin yattığını hiç çaktırmadan, bir anda tamamen ve objektif olarak kötü oldu Frank. Russo’yu öldürdü. Bu, benim diziyle ilgili sevdiğim gri ve politik entrikanın, bıçak gibi kesilmesi demekti.

    Bakın, bir dizi kriminal elementleri de kullanan kötü bir adamın güce yükselmesini anlatabilir. Bunu Breaking Bad’de beş sezon afiyetle yedik neticesinde. Ama Breaking Bad, adından da anlaşılacağı gibi, bir adamın adım adım, saniye saniye efendi kimya hocası hüviyetinden, korkunç kartel liderine düşüşünün dizisiydi. House of Cards bize burada böyle bir şey sunmadı. Aksine, dizi, bir anda perdeyi kaldırdı, “ha bu arada bu adam kötü ya?” dedi. İlk on bölümü izlerken sunduğu şeylerin tamamen yanlış yönlendirme olarak algılanacağını ya düşünmeden, ya da bunun iyi bir şok anı yaratacağı umuduna inanarak.

    Öyle bir şey yok. Burada hareketin kendisi şoke edici değil. “Hiç beklemiyordum bunu yapmasını” demiyorsunuz bu durumda, ya da “Bunun arkasından o mu çıktı?” sorusu değil aklınızda yanan. Burada sadece, ana karakteri ve ana temasıyla ilgili ilk on bölüm izleyiciye bir şey söyledikten sonra, bir saniye içerisinde tamamen zıddını işlemeye başlayan tutarsız bir dizi var. Daha fazlasını söylemek mümkün değil.

    Ben yine de diziyi izlemeye devam ettim. Beau Willimon, bu noktadan sonra gelen bölümleri pervasızca bir kedi – fare oyununa çevirdi. Benim Monte Kristo gibi intikamını ince ince planlayan ana karakterim, yerini Komplo Teorisi filminde Mel Gibson’a işkence eden kötü adama bırakmıştı resmen. Kate Mara ve idealist gazeteciler korosu kovaladı, Frank Underwood ve kel sağ kolu kaçtı. Ben açıkçası bu diziyi de izlemek istemiyordum.

    Yine de izlemeye devam ettim. İkinci sezonda, bir noktada Zoe‘yi öldürdü Underwood. Karakter artık politik manevralarıyla gri alana düşse de hayranlığınızı kazanan bir stratejist değil, baya çizgi roman kötüsü kıvamındaydı. Hatta şöyle diyeyim; ilk on bölüm nakış gibi vals eden bir karakteri gösteriyorsa, sonraki gelen bölümlerde hareket kaçırınca partnerinin ayağına çekiçle vuran bir öküzü sunuyordu önümüze. Defalarca aklımdan “ben buraya bu karakteri izlemeye gelmedim” diye geçirdim.

    İzlemeyi üçüncü sezona kadar bırakmadım, zira dizi yer yer eski performansından sahneler de sunuyordu. Artık “e, plan ne ki?” diye sormaya yeltensem de, bazı şeylerin deli emprovize olduğunu hissetmeye başlasam da, hâlâ manevra keyfi vardı bir yerlerde. Ben diziyi, bugün itibariyle, üçüncü sezonun altıncı bölümünde bıraktım. Olaylar şöyle gelişti, Underwood çifti, Moskova’ya uçtu. Uğruna çalıştıkları her şey, parmaklarının uçlarındaydı. Claire Underwood, devrimci bir gençle konuştu. Genç kendini astı. Claire bir anda ahlaki bir uyanış yaşadı, bütün her şeyi sabote etti. Sonra gidip, bir dal da Frank’e posta koydu adam yeterince ahlaki olmadığı için.

    Ya kardeşim bu insaniyet nereden geldi bir anda? Siz sapık mısınız? Ben otuz bölümdür başka bir kadını mı izliyorum? Kocası eve gelip “hıyanet ettiler bana” deyince “bana bahanelerle gelme lan, planın varsa onu söyle” diyecek kadar kararlı, gariban hasta bir kızı önce umutlandırıp sonra perişan edecek kadar manipülatif, kendisini davayla tehdit eden eski çalışanına “karnındaki çocuğu öldürürüm” diyecek kadar acımasız kadın; bir anda, bir saniyede imana mı geldi?

    Ya da yoksa yazarlar mabatlarından çatışma mı çıkartma ihtiyacı hissettiler? Dizi artık adamı başkan yaptığı ve bir politika dizisi olmayı asırlar önce bıraktığı için hikayeyi ileriye taşıyacak en iyi şeyin “karı koca bir soğusunlar birbirlerinden” olduğuna mı karar verdiler? Sebep her neyse, onuncu bölümde yaptıkları şeyi harfiyen otuz ikinci bölümde tekrar yaptılar. Bir anda perdeyi çektiler, “ha bu karakter böyle artık” dediler, inanmamızı beklediler.

    Ya gerçekten, ben hayatımda bu kadar tutarsız bir dizi daha izlediğimi hatırlamıyorum. Bak arkadaş, ben buraya senin bir vaadin üzerine geldim. Bir politika dizisi dedin bana sen. Şu geldiğin son noktayı pembe diziler yapmıyor. Otuz bir bölüm boyunca söylediği bir şeyi, bir süreç takip etmeden sırf heyecan olsun diye harcamayı Meksika dizileri denemiyor. Sen niye? Sen neden? Ben şu saatten sonra House of Cards davullarla, zurnalarla, ilahlık vaatleriyle gelse bile faremin tıkını sürüp izlemem. Olduğu şeyin arkasında durmayı beceremiyor zira…

    Yerel Seçim 2024


    En Çok Aranan Haberler